13 Aralık 2009 Pazar

Ağlayan Analar Tarihi ve Onur Öymen



Ağlayan Analar Tarihi ve Onur Öymen

Ne zaman herhangi bir şehre gitsem, şehir girişinde duran nüfus bilgilerinin bulunduğu tabelaya gözüm takılır. Hep bir şeylerin eksik yazıldığını düşünürüm. Bir şehir tabelasında o şehirde yaşayan insanların sadece nufus bilgileri olmamalı. Mesela faili meçhullerin sayısı da olmalı, boşaltılan köylerin kişi başına düşen travması da iliştirilmeli o tabelaya, ağlayan anaların sayısı veya başörtülü kızların üniversite kapısından “eve dönüş” rakamları da verilmeli.işte o zaman o şehre girmeden nasıl bir coğrafyaya adım atacağını bilir insan. bu bilinçle bir şehre girerken yanımızda bulunması elzem hüzün katsayımızı da denkleştirerek o şehre giriş vizesi kazanmış oluruz.. hangi taşını kaldırsan bir acıya rastlayacağın bu toprakların her kuytusunda ağlayan anaların, pozitif bilimleri altüst eden acısını o zaman dingin bir ma’kuliyetle anlamış oluruz.. acılar cumhuriyetinin, ağlayan analar tarihindeki ilk sayfalarında duran dersim katliamından başlayarak “analar ağlamasın” diyelim…
Tarih 1938…otoriteyi kabul etmeyen Dersimli Kürtler büyük bir kırımla hizaya getirilmiştir.Süleyman Demirel hükümetinin ünlü Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil daha sonraları verdiği röportajda şöyle demiştir. ” Bunlar (dersimliler otoriteyi) kabul etmediler. Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim'e girdi.” Muhafazakar çevreden şair düşünür Necip fazıl Kısakürek ise Son Devrin din mazlumları isimli kitabında dersim katliamını şöyle özetlemiştir. “Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmustur. En aşağı 50.000 müslümanın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyle bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve mânasıyle tesbit ettiğimiz bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez. Yusuf Cemil'in köyünden 200 kadın ve çocuk öldürtülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında, Elâzığ'da askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adında biri de vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüvviyet ve izin kâğıdını da gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ile seksenlik anası arasında, onlarla beraber, kurşunlanıyor.” Bu anlatımlar o dönemde yapılanların sadece birkaç “mütevazi” örneğinden bir kaçı…
1938 … o gün gökyüzü, yeryüzü, Munzur ve murat suyu alevi kanına boyandı… sayılar değişkendi..30 bin 40 bin 50 bin ölü .. ama acısı netti ve tartışılmazdı. O gün bu kanlı direniş “başarı” ile sonlandırılmış. Artık devletin bekası daha bir baki, acılar daha bir katmerleşmişti. Acıları katmerleştiren sadece o gün yaşananlar değildi. O günden bu güne sistem yapılanlarla hiç yüzleşmedi, diğer acılarla yüzleşmediği gibi ama acıyı asıl katmerleştiren Onur Öymen’in 10 kasımda mecliste terörle mücadele “gurur tablosunu” sıralarken, Dersimde yapılanları bir insanlık suçu, bir kırım olarak göreceği yerde, bir gurur örneği olarak sunup, günümüzde terörle mücadele olaylarına bir örneklik teşkil etmesi gerektiğini dile getirmesiydi. Aleviler Onur Öymen’i dinlerken ne düşündü acaba? Alevilerin yıllarca en fazla oy verdikleri partilerin başında gelen CHP ve onun vekili Onur Öymen,, Dersimlilerin öldürülmesini savunuyor ve konuşması bitince vekildaşları tarafından alkışlarla tasdik ediliyordu. Kopan her alkışla dersimde öldürülen alevi yakınlarının ciğeri parçalanmıştır, parçalanmalıdır.
Şimdi birileri Onur Öymen’den özür bekleyebilirler,bence beklememeli. Onur Öymen özür dilememeli çünkü özür; gafletle, yanlışlıkla, istemeyerek yapılan şeyler için dilenir. Onur Öymen Dersim katliamını anlatırken bu bahsettiğim duygulara sahip değildi. O açıdan dileyeceği özür samimi olmaz. Onur, özür dilememeli sadece utanmalıdır.
Alevilere düşense şudur; yıllarca Sünni-alevi ayrımcılık kıskacının, kendilerini nereye sürüklediğinin farkına varmalarıdır. Bu ayrımın sonucunda sürüklendikleri noktaya en çarpıcı örnek şudur; 1982 yılında darbe anayasasının referanduma sunulduğu zaman Dersimlilerin yüksek bir destek oyuyla bu yasaya sahip çıkmalarını gösterebiliriz. Yıllarca gerici elbisesi giydirerek Sünni Müslümanlara 28 şubatları yaşatan militaristlere en büyük desteğin dersimden gelmesi düşündürücüdür. Alevi- Sünni uçurumu doğal olarak Alevileri askerin yanına itmiştir. Yine her fırsatta Sünnilere karşı antipatilerini “irticacılar” diye kategorize edip Sünnilere her koşulda bel altı hamleler geliştiren chp ,Alevilerin yumuşak karnı olan Sünnilerle olan uçurumdan bir yakınlık devşirmiş, bu yakınlık Chp – Alevi ortak paydasını oluşturmuştur. Ama artık günümüzde bu çok açıktır ki; Chp’nin Alevi taleplerini karşılayan, buna samimiyetle destek veren bir partiden ziyade sistemin en büyük ideolojik aygıtı olduğunu aleviler görmelidir… ezilenlerin hakkını savunacağı yerde ezenlerin ezme nedenlerini meşru gösterip, meclis kürsüsünden bu aymazlıklarını muzaffer bir komutan edasıyla dillendirmekten de hicap etmemektedirler.
Artık Aleviler şunu bilmelidir; “irticaya karşıyız” diyen herhangi bir kesimin söylediklerini mutlak doğru kabul edip, onlarla saf tutmaları büyük bir yanılgıdır. Sol’u sos olarak kullanan bir partiyle, Alevi dinamikleri aynı damarın kılcalları değildir. Anaları ağlayan bu toprağın yurttaşları birbirini acısından ve yaralarından tanırlar.Bu acıyı sadece televizyonlardan çekirdek çıtlatarak bir magazin malzemesi görenlerle, acıyı yaşayanların hiçbir ortaklığı olamaz olmamalıdır. Yaşanılan trajediler,ötekileştirmeler, üvey kardeş muameleleri alevi ve Sünnileri birbirine tanışık kılmalıdır. Bu ortak mazlumiyet ve mağduriyet duygusuyla sökülen dikişlerimizi, bu yarayı taşıyanlar ancak dikilebilirler….

8 Şubat 2008 Cuma

boşluğa savrulan iki kırgın "gül"

gökhan ve esengül'e....
bir boşluk düşünün;
iki can,
yerçekimi
ve ütüsüz bir gömleğin iliklerine ilişememiş iki ergen düğme

Her şey birden bire oldu,acı birden bire sokuldu koyunlarına, birden bire indi gözlerine aşkla örülmüş perdeler. bir evlat yitirmek bir balkon boşluğunda,ya da bir Salı sabahına evlatsız uyanmak nasıl bir boşluk bırakır ana yüreğinde.
dünya;eteğine topladığı tüm “keşke”leri ve pişmanlıklarıyla ilişir kıymık gibi dudağının kenarında açan kırmızı güle… gözlerindeki aşk dolu düğmeler birer birer sökülüverir Yusuf kokan gömleklerinden… hüznün her dilde bıraktığı o derin acı aynı bıçak ağrısı gibi saplanır döşe…
herkes şahit,yer gök herkes..acı birden bire girdi koyunlarına..dünya durdu,aşkla yürüyen karınca,aşkla bakamayan baba, herkes durup baktı öylesine arkalarından..kayıp gittiler..iki ergen düğmeydi onlar..avuçlarının sıcaklığına ay düştü…dondu güneş..

“Gülün ömrü az olurmuş” tarih şahit,ölüm şahit, ‘Gül’ şahit…zibil gibi akmış hayat ölümün ırmağına.turnalar havalanmış ayaklarında külçeler,bir cam paramparça dağılıp dolmuş içimize…yazmanın oyası yarım, çeyiz sandıkta saklı…radyoda içli bir keman sesi,sanki kalbimi koymuşlar keman tellerinin arasına inim inim bir haykırış… parmak çıtlatınca geçmiyor içimize çöreklenen bu ağır gerginlik…. ağlayınca dağılmıyor kirpiğimizin ucuna biriken hüzün, acı ile acının çarpımından büyük boşluklar kalıyor payımıza, yokluk gelip oturuyor adamın yüreğine,aşkın aşka (b)ölümünden büyük bir “ahhh” çakılıp donuyor yüzümüzde…

Ne hızlı bir vazgeçişmiş ömür;boş bir çuvalın buğdayla dolup,birden bire değirmene dökülmesi gibi ne hızlı bir tükenişmiş bu nefes alış…
Nasıl bir yorgunluktur bu,büker belimizi, sarar bedeni, nefes alışımız değişir.,,birden bire olur her şey.. bir balkon boşluğu bir titreme..iliklerine kadar aşk ile dolup taşar insan.. ölümün koynu; nefes aldığın bir cennet olur belki de…

Trafik lambaları,kalp atışları,işportacının açlıktan kokan nefesi,ana haber bültenleri,radyodaki hüzünlü sezen şarkıları, felaha çağıran ezan…hepsi birden bire büyük bir çığlığa dönüşür..gündem değişir vurulur serçe parmağım, kahvenin telvesinde iki yol görünür uzun uzun bakıp derin bir ah çekeriz,uzanmış iki ölüm cümlesi arasında yüklemsiz bir aşk yatar,ona bakar ağlarız…
bir balkon boşluğu
soluğu askıda iki can
boşlukta savrulan iki kırgın gül …
herkes şahit yer ve gök..derin bir sessizlik uğuldar kulaklarda..kötürüm nöbetler dolar gecenin tenhasına.. bir ana ağlar.. sokak lambaları söner... kopar kemanın telleri...
balkon boşluğu büyür… büyür … büyür…..
ziruh

30 Aralık 2007 Pazar

Tanrım bana bir gün at



/her şey eninde sonunda sessizdir
bir günün kırılganlığından kalan ve tekrar
tekrar kırılan/müteellim bir insan sesinin başlattığı
ağlamanın kırı/sessizdir/(İ.Ç)
1.Gün:
Dönüp dönüp baktığım, karşılaştığım her yüz kendi yüzüme çeki düzen verebilmek,kendi yüzümü görebilmek için mi?Görüntülerin bana dönüp durduğu aynalar mı yüzler?Hayır bayım, beni anlamanızı istemiyorum.Yüzünüze baktığımda sizin için düşündüklerimi duymak istemeyeceksiniz siz de.Mesela sahtekar olduğunuzu düşünüyorum,suratınızın resmi bir evrağı andırdığını.Bir kaç lütufkar adamın size lütfettiği,cemiyetin kabulüne şayan akademik yafta ve takım elbiselerinizle tanrının yasama yetkisinde kendinizi söz sahibi sandığınızı düşünüyorum.Bunları ve kendi güçsüzlüklerimi de anlamanızı istemiyorum.Gizlediğimiz tüm eksiklerimizi”ya anlarlarsa”diye deli gibi korkuyoruz aslıda.
2.Gün:
Bulduğum cevaplar beni yürüdüğüm yolda tökezletse de her soruyla yeniden doğruluyorum.Hayatın tanımı nedir?Kocaman bir uyuklama mı, yanılsama mı??Hepimiz birer uyur gezer miyiz esasında?Acı bizi sürekli uyanık tutma nimeti midir?

“hani hayret verici bir şey gördüğümüzde yanımızdakine,”beni dürt,beni tokatla;bana acı çektir ki gördüğüm şeyin gerçekte olup olmadığını anlayayım”deriz.Derin uykularda olanlarımız derin acılarla uyanırlar.Acı,karanlıkta ateş görmektir.Karanlığın içinde ateş arayanlar,bu dünyanın dışında doyum arayan ruhlardır.
3.Gün :
HER TERCİH BİR VAZGEÇİŞTİR ASLINDA…
4.Gün:
İnsan bir şehri niye sever ki?
Bir namlu gibi dönük insan kendine.Ergenleşmemiş yanaklarda erleşmemiş kabartılar gibi.Ve 4.durakta şartlı tahliye istemiyle salınıyor ermemiş kalplere,yığılırken tutunuyor çimenlere.Ve öğreniyor,KARŞI DURULMADAN TARAF OLUNMAYACAĞINI,hissi refleksle hassasiyet arasındaki farkı.Birini seviyor;bir yazarı,bir kitabı,Beyrut’u,İstanbul’u imkansızlıkla dolu bir şehri seviyor!!
5.Gün:
Güneş ağır ağır uyanıyor.Seyyar arabaların metallerine,sağ bacağının üzerine uyuklamış sokak köpeklerinin kırışık gözlerine değe değe.Peynir, dokununca dağılıyor tabakta.Bir kağıt buruşturulup atılıyor,iiki ekmek alınıyor bakkaldan,gölgelere kaçıyor yaşlılar.Hayatın ciddiyetine su katıyor gülen adamlar.İki eliyle,çenesinin altında düğümlediği örtüsünü kontrol ediyor temizlikçi kadınlar.Racona ters bir koku yayıyor yapay sarışın kadınlar,müstakil mahallelerden geçerken.Belediye otobüslerinde ayakta kalınıyor.Karşılaşınca takılıyor bakışlar,müzmin kalp ağrılarım artıyor…İşte, bunları söylüyorum sana.Daha ne var söyleyeceğim? Ne desem boş.Konuşmak yoruyor şimdilerde.
6.Gün:
ben bu sessizliği bir yerlerden tanıyorum.
SEN YOKSUN!!
7.Gün:
……………
esra altunhan

21 Aralık 2007 Cuma

Hayata Dair Dipnotlar

Piyango biletlerinden çıkan çeyrek umutlara tutunduk her birimiz.
Elimizdeki yamalı aşklardan, büyük sevdalar devşirdik kimi zaman.
Hayatın sayfalarına ölüme dair dipnotlar hiç düşürmedik.
Eski kavimleri kıskandıracak kadar yükselttik binalarımızı.
Anahtarlarımızın sayısını ikiye üçe çıkardık, kalbimizin anahtarlarını ise gömdük ıssız çöllere.kapılarını kilitli tuttuk gönlümüzün.Hep seraplara takılıp kaldık, gerisindeki gizli cennetleri keşfedemedik daha.
Hepimiz ‘aynı yolun yolcusuyuz’ dedik, farklı haritalarda düştük yola. Hiç kesişmedi yolarımız, hiç aynı şeye ağlamadık. Bazan derinden bağlandık birbirimize , bazan hiç sebepsizbir uçurumun kenarında bulduk kendimizi
Ama inancımız tamdı hep, bir gün bizim de kapımız umuttan yana çalınacaktı, buna emindik.ama emin olduğumuz başka bir şey daha vardı, hayat ile hayali hep birbirine karıştırmıştık.hayallerin tadımlık zevkini hayatın acımasız kapılarında terk edilirken anladık.
Anladık artık elimize uzanacak ellerin çok uzak olduğunu.
Anladık, cami avlusuna terk edilen kundaklık bir çocuktan farkımızın olmadığını.
Anladık hayatımızın hep yamadan ibaret olduğunu. Eksik bırakılan bir tarafların, birgün yüzümüze acımasızca çarpacağını geçte olsa anladık
‘neyse’ deyip toparlanmalıydık.dökülen cümlelerimizi, kırılan gençliğimizi,darmadağın olan aşklarımızı onarmalıydık,ve yeniden kalkabilmeliydik düştüğümüz yerden.bu kadar hassas olmanın vakti değildi artık. Küçük yaralarımızla uğraşıp kaybedecek zamanımız yoktu, çünkü hayatın tutunacak dalları çoktu.Asılmalıydık zayıf kollarımızla hayata, birbirimize sabrı öğretmeliydik. Sıkıca tutmalıydık ellerimizden.
Ama karıştık çoluk çocuğa, yitirdik olgunlumuzu. Bilemiyorum artık nasıl kurtulmalı bu uyuşturulmuş halden, bu sara nöbetlerinden nasıl sıyrılmalı. Başımızı alıp gitmeli mi Hira’ya? Yoksa koparıp gömmeli mi terkedilmiş mezarlıklara? Bir sükunet uykusu değiştirebilir mi her şeyi? Her şey yeniden yazılabilir mi hiç yaşanmamışçasına? Bu alışkanlıklarımız artık utandırmalı yüzümüzü. Çatlayan ar damarlarımız çokça kan kaybediyor.Sevgi(li)ler çokça el değiştiriyor artık, aşk sözcükleri çokça kopyalanıyor.
Yüzümüzün bereketsizliğinin, elimizin kısırlığının sebebini soracak bir tek kendinizi bulduğunuzda, verimleşip yeşerecek o zaman tüm yağmursuz topraklar....
ziruh

16 Aralık 2007 Pazar

Deniz Gezmiş Yolunda Nostaljik Gençlik



Uzun yeşil bir parka, kirli sakal,ömrünü yararcasına vücudunu ortalamış haki yeşil bir çanta,koltuk altında vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğüne gölge düşüren bir mecmua..ve sonrası büyük bir muamma..
Yolda yürürken gözümüze ilişen, bazan omzumuzun çarpıştığı,deniz gezmişten daha “gezmiş” bir gençlik portresi ….ona öykünen,onun parkasını büyük bir onurla taşıyan,onun t-shortleriyle ruhunu besleyen ve bedenini onunla onure eden bir gençlik… herkesin idolü, yoluna kelle vereceği nice şahsiyetler var “tarihimizin” cicili sayfalarında !
İnsanlar, görsel anlamda kendilerini idollerine dönüştürürken,onların fiyakalı karizmalarıyla cilalanırken içindeki küflenmeden, çürümeye yüz tutan o büyük boşluktan bi haber…aslında herkes yapıyor bunu….insanoğlu kalbini onarıp beynini donatmayınca, bu acizliğini kendinden daha güçlü daha karizmatik “kutsalların” şefkatli kollarına sığınarak kapatmaya çalışıyor… deniz gezmiş sadece konu mankeni,deniz gezmişin yerine herkes kendi ideolojisine yakın bir şahsiyeti yerleştirebilir üç noktayla boş bıraktığım yere . . . asıl mevzu; duygusal trendi yüksek öykünmenin içinde barındırdığı anlamlar… mesela çocuklar kendinden büyük bir veledin taarruzuna maruz kaldıklarında olayı üzerlerinden püskürtmek için babalarının adaleli kollarına sığınır ve “benim babam seni döver” cümlesiyle azciyetini kabullenirler..veyahut üretmekten yoksun bir gençlik tıkandığı her noktada ecdadının büyüklüğünden dem vurur ve “benim dedem şu savaşta bu kadar madalya aldı biz böyle ataların çocuklarıyız” diyerek dedesinin madalya koleksiyonundan kendine övünç kaynakları bulmaya çalışır. Sanırım problem de tam olarak burada başlıyor; kendi eksilerimizi başkasının artılarıyla tamamlama çabası…
işte nostaljik demlenme..işte içten içe çürüme
üzerimize aldığımız cübbe veya o yeşil parka kaç kusurumuzu örtüyor acaba, yada kimden neyi ne zaman kadar saklayabiliriz pörsümüş bir parkanın içinde… olanca gayretimizle birilerine solcu, sağcı, islamcı olduğumuzu anlatma kaygısı daha kaç parkanın eskimesine sebep olacak..öykündüğümüz insanların kemikleri sızlamayacak mı acaba…
bazan kulağa hoş gelebilir eskilerden bir şarkıya kulak vermek ,geçmişe dönmek, birilerinin ruhunu şad etmek lakin kulağım pas tuttu eski şarkıları dinlemekten,
yeni şarkılar söylemek lazım…
ziruh

17 Temmuz 2007 Salı

GENİŞ ZAMANLARDA DARALAN NEFESLER


Sakındım elimi haramdan,
lokma gelip düğümlendi nefese
ana avrat düz gittim bu yokuşu
cümle gelip küfürlendi dilime

büyük bir cürmün fistanına bulandı elim
dua besmelesiz kaldı
kesildi ezan
kaldım beş vakitsiz bir niyazın ortasında

suç ortada,herkes masum
öyleyse neden durur ak kaşığımın üzerinde şu kara leke
eşkal soruyorum,
tutup beni gösteriyorlar.
mevzu derin
perde açık,
sır aşikar
herkes oturmuş elindeki sevaba ağlıyor.

nerdedir bu ırmağın serinlediği yer
aşkın dinlendiği,
sözün güçlendiği kalp nerdedir
zıkkımlandım elimdeki son azığı
düştüm yola

anlamadım,nerde durmalı nerde susmalı
bu dilin affedildiği kelam nerdedir, bilemedim
sordum ulemaya; sus dediler
dedim dilim sancılı; kes dediler
susmak neyi halleder dedim,
konuşmak bugüne değin neyi hallettiyse onu
oturup ağladım..
yol kısaldı

indirdim duvardaki tüm resimleri
şimdi kan sızdırıyor elimin değdiği her yer
dilimin değdiği yerse yaralı
ve sır bir kez daha aşikar
herkes dilinin esiri
herkes üç elmanın yendiği yerde
masalın bittiği yerde
hadi dağılın evlerinize
elma bitti
şiir bitti,
bitti masal.
ziruh

GECEYE DÜŞEN SANCILAR


cazibesi yitik bir gece
cümle noksan, nefes ziyan…
sıcak bir cümle kanayıp durur gözümden
akar geceye..
kalp farkında değil henüz içe saplanmış bıcağın

kalbin süruru için soyunur alem
aşkın bittiği yerde libastan sıyrılır adem
bir incir gölgesi vatanı olur
dil sükuta, aşk hicrana,
adem ölüme meyyal…
damarı çekilmiş bir geceden
rahmet dilenir akıbetine

ahh! bedduamın tutmayan yüzü
ismalin bıcağa geldiği sınır
sabrın inceldiği nokta,
devir geceyi üstüme
sür yalnızlığımı,yalnızlığına

yol kenarından gözlesin beni halifeler
sırtımdan vursun bakışları
bükülsün omurgam ağır cümlelerden
binlerce ok saplansın dilime
lal olayım,kul olayım
öleyim ey hak!

ayın ondördüdür artık
gül kurusun avucumun halesinde
şevval olsun tüm aylar
bulutlansın bu gözler
toz buluta karışsın ömrüm
yaklaşsın ölüm
çekil üzerimden ey hayat
kalbim toprağa ilişsin

şairin kaleminde Meryem filizlensin
masumiyet kudursun
dile gelsin hafız
ateş suda durulsun.

sümbül can versin iki kaşın arasında
kader yeniden gelsin kaleme
adem yine yanılsın
adem yine yanıl !
yanıl adem yanıl
yan adem yan.
ziruh